Aforizmalar

İnsanın aynı işi uzun yıllar boyunca yapmasındaki motivasyonu anlamıyorum. İşin karmaşıklığına bağlı olarak bir süre sonra illaki gelişim duruyor, öğrenme bitiyor ve sadece otomatiğe bağlıyor insan. Robot gibi. İnsanın doğasına aykırı gibi geliyor bu bana. Yeni bir şeyler öğrenmeden, gelişim göstermeden, heyecanlanmadan nasıl geçer hayat? İnsan nasıl yaşadığını hisseder?






İş hayatına karşı değilim aslında; benim karşı olduğum makul olmayan şartlar. Öncelikle maaşların oldukça düşük olduğu bir ülkede iyi bir pozisyona gelmeniz için nitelikleriniz ya da işinizi nasıl yaptığınız asla yeterli değil, giyim kuşamınız asıl belirleyici olan. İlk işe başladığım zamanı hatırlıyorum mesela, bir yıl içinde iki kere maaş artışı istemiştim. Şık fransız bir patronum vardı, herkesin ofiste şık giyinmesini isterdi ama fazla para vermezdi. Kiramı zor öderken önceliğim elbetteki kıyafet almak değildi. Bu bence dünyanın en insanı gerekçesi ama nedense kimsede empati uyandırmıyor. Herkes bir şekilde kıyafet alacak parayı buluyor ve bunun doğruluğuna inanıyor. Bir süre sonra kıyafet alabilmek için para kazanmanız gerekiyor. Evden çalışınca farkettim ayrıca, insan dışarı çıkınca inanılmaz bir para harcıyor. Bu da ofise gitmeyi biraz daha anlamsız kılıyor gözümde. Ofis ortamında çalışmanın tek bir avantajı olabilir; o da sosyalleşme imkanı sağlaması... Bu da çoğu şirkette mümkün değil. Patronlar pek sosyalleşmenizi istemiyor, ofiste fazla gülenin işini ciddiye almadığına dair bir kültür yerleşmiş. Sizi gözetleyebilmek için ofise istiyorlar, size az para verip şıkır şıkır giyinmenizi, mesaiye kalırsanız şikayet etmemenizi, yemek molasına çıkmamanızı, hak ettiğiniz izni vermezse ya da maaşınızı geç yatırırsa anlayışla karşılamanızı, gece geç saatte ya da hafta sonu gelen emaile cevap vermenizi, iş dışında sosyal medya paylaşımlarınıza dikkat etmenizi istiyorlar. Bir kişinin geçim maliyetinin 1600 TL olduğu ülkede ortalama 2000 TL'ye sizin tüm hayatınızı satın almak istiyorlar. Bakın bu delilik.








Çocuklu ailelerin olduğu ortamlardan kaçarım ben hep. Nedenini bilmediğim bir şekilde depresif gelirler bana. Vapurda çocuklu bir aileyi görünce neden böyle hissetiğimi anladım. Kadın gülücüklerle arkadaşlarına selam veriyordu, "babamız" çocuğunu kucağında taşıyordu... "Mutlu görünüyorlar ama kim bilir evde neler dönüyordur" diye geçirdim içimden. Sorumluluğun neredeyse tamamının kadına yüklendiği, sürekli gücenmelerin, içine atmaların ve kavgaların olduğu, erkeğin mutsuz ve bunalmış, sürekli evden ve sorumluluktan kaçmak için bir bahane bulduğu bir evlilik hayal ettim. "Türk aile yapısına  uygun" bir evlilik. Türk aile yapısına uygun olma hali kadının fazlasıyla mağdur olmasını gerektiren bir durumdur. Kadının biraz bencil olması asla kabul edilemez. Vaktiyle tüm geleneksel teyzeler mağdur olmuştur, saçını süpürge etmiştir, kendi isteklerini hiçe saymıştır. Yeterince mağdur olmazsanız kuralları bozarsınız. Anaç kadın tipi kimseyi mutlu etmez aslında, erkekler de kendini zerre heyecanlandırmayan bu kadın tipinden kaçmak için yer ararlar, eve gelmek istemezler, hayatlarına illaki başka kadınları sokarlar...  Bu kadın tipi kimseyi mutlu etmiyorken yüzyıllardır herkes olması gerekenin bu olduğuna dair kadınları inandırıyor. Bu işte bir yanlışlık var diye sorgulamak kimsenin aklına gelmemiş. Hadi kadınların üzerinde fazlasıyla baskı var ve böyle davranmak zorundalar, yahu beyler siz bari aklınıza başınıza alın. Mutlu olmadığınız biriyle aynı evi paylaşmaktan daha büyük bir zulüm var mı şu hayatta?






Bu ara biraz da kimsenin diyalog kurmamasına taktım. Sadece konuşuyoruz gibi geliyor bana. Mesela, iki kişi arasında bir sorun olmuşsa sorunun muhatapları çoğunlukla kendini geri plana atıp birbirini dinlemiyor, herkes bunu kendi meselesi haline getiriyor. Kendini savunmaya alıyor ya da saldırıyor. Diyelim biri dinlemeyi başardı, olayı kişiselleştirmeden, savunma ve saldırıya geçmeden kendi açısından nedenini anlattı hatta özür diledi. Karşı taraf için bu çoğu kez yeterli olmuyor. Gücenmeler ve surat asmalar son bulmuyor. Özür dilemek yeterli gelmiyorsa ne gelir bir düşünün. Canını verse gücenmeniz geçer miydi mesela?




Sadece sorun çözmek üzerine konuşmuyoruz tabii bir de sohbet-muhabbet amaçlı konuşuyoruz... Onda da diyalog kurduğumuz pek söylenemez. Sohbet etmeye olan ihtiyaç, insan canlısının fikirlerine başka birine iletip varoluşuna anlam katma ihtiyacıdır. Gerçekten dinlenildiğini hissetmiyorsa bu ihtiyacı tatmin olur mu bilemem çünkü biz genelde dinlemek yerine kendi argümanımıza odaklanıyoruz. Düşünün, kendinizi geri plana atıp, yargılamadan, sadece karşıdaki kişiyi anlamaya yönelik kaç girişiminiz oldu? Gerçek yakınlığı sadece diyalog kurabilenler başarabiliyordur belki de...