Gezdim, gördüm, paylaşıyorum

Brüksel bünyesindeki Avrupa kuruluşları nedeniyle Avrupa başkenti filan zannedebilir kendini ama bir turist gözüyle benim için Avrupa'nın en çirkin şehirlerinden biri. Hatta gördüklerim içerisinde bariz en kötüsü.


Brüksel'e takım üyesi olduğum Youth (Un)Employment Projesinin konsept geliştirme toplantısı için gitmiştim. 2 gün boyunca fazlaca tartıştık, konuştuk, bu projeyle sandığımdan fazla kişinin ilgilendiğini, desteklediğini gördüm. Böyle büyük ve uzun süreli bir projenin ana takımında yer almanın önceki deneyimlerinden farklı olacağı kesin. Bu yüzden hayatımı, bakış açımı ve vizyonumu nasıl değiştireceğini görmek için sabırsızlanıyorum.


Brüksel- YuE proje takımıyla

Toplantıdan dolayı şehri sadece birkaç saat görebildim ama gördüğüm kadarı yetti. Mesele gezilecek görülcek yerin çokluğundan ziyade şehrin atmosferinde. Kasvetli bir şehir, sokakta bir sürü Türk, siyahi -muhtemelen Afrika kökenli- araplar, türbanlılar ve turist görebilirsiniz. Belçikalılar kendi şehirlerinde azınlık gibiler. Bu kadar fazla yabancıyı barındırmak şehrin ruhunu öldüren bir şey bence. Vize uygulamasına rağmen bu kadar yabancıyı barındıran bir ülkenin vize uygulamasını kaldırdığını düşünemiyorum. Hayatımda ilk defa vize uygulamasını yerinde buluyorum. Hatta zaytung'da denildiğini gibi bireysel başvuru yöntemiyle tek tek girsek Avrupa Birliği'ne fena olmazmış hani :)



Dam Square-Amsterdam

Brükseldeki toplantı bitince günü birlik Brugge'e gittim. Brugge Belçika yakınlarında çok küçük bir şehir ama tam anlamıyla harikalar diyarı. Şehre girdiğiniz anda hissettiğiniz duygu muhteşem. Her yer çok yeşil, çok temiz, çok huzurlu.... Gölün kenarında şahane parkları var. Avrupa'da güzel bir park kültürü var gerçekten. Birçok Avrupa ülkesi denize sahip olmadığı için parkları güneşlenmek ve rahatlamak için kullanıyorlar. Hemen bir bisiklet kiraladım yarım gün için 12 euro! Sonra bir süpermarkete girdim bütün gün yemek için 2 tane sandviç, kola ve su alıp başladım sürmeye... Avrupa'ya her gittiğimde yayalara saygı konusuna alışmak yerine şaşırıyorum. Hele ki bu durum Brugge' de doruklardaydı. Kimsenin sizi rahatsız etmediğini ve özgürce bisiklet sürdüğünüzü hayal edin. Arkanızdaki arabalar korna çalmadan sabırlı ve sakin bir şekilde sizin geçmenizi bekliyorlar ve yol boş olsa da yanınızdan yavaşca geçiyorlar. Harika bir yerde, harika bir havada bisiklet sürmek bana kendimi çok özgür ve mutlu hissettirdi. Maalesef fotoğraf makinem bozuk olduğu için ordan birkaç fotoğraf paylaşamayacağım.


Kanal turu-Amsterdam

Brugge'dan sonraki durağım Amsterdam'dı. Amsterdam eski evlerin ve arasından kanalların geçtiği sokaklarıyla otantik bir havaya sahip güzel bir şehir hakikaten. İlk gece Rembrandtplein'de takıldık. Burda "pubcrawl" adını verdikleri bir aktivite var; tam olarak fiyatını bilmesem de belli bir ücret karşılığında turistleri birkaç bara götürüyorlar ve karşılığında her barda 1 shot ücretsiz içiyorsunuz. Ama bu tamamen tursitleri kazıklamaya yönelik bir girişim zira aynı barlar kızlara zaten girişi ücretsiz yaptığı gibi free shot da veriyorlar. (Cuma ve cmt hariç) Bizde pubcrowl yaptık, bir sürü bara girdik çıktık bedava içki içtik hatta bize içki ısmarlamak isteyenlere hayır demedik.


coffee shop ( oceans 12'in çekildiği ama ismini hatırlayamadım)

İkinci gece meşhur Red Light District'e gittik. Red Light District Amsterdam'ın en leş yeri sanırım. Zaten Hollandalıların pek hoşlanmadığı bu yer daha çok turistlerin gözdesi. Red Light District'te bütün sokakları gezdikten, striptiz club'a gittikten ve canlı performans izlemeyi bitirdikten -ay ne var canım merak ettim- sonra önce bir şeyler içmek için ismini hatırlayamadığım bir bara oturduk, ordan players'a geçtik. Tüm mekanlar 3'te kapanınca bizde eve dönmek durumunda kaldık.


Sex museum


Son günde Amsterdam'da Hollandalı görememiş bir insan olarak Leidseplein'e gittim. Hollanda-Brezilya maçı vardı o gün. Sokakta sambacıların etrafında toplanmış kalabalığı görünce dayanamadım ben de izlemeye koyuldum. Sokakta herkes- istisnasız - turuncu t-shirt giymişti. Biraz maçı izledim ama gözlüğümü yanıma almadığım için uzaktan televizyonu görmek oldukça zordu. Ben de çevreyi gezmeye devam ettim. Bir sürü sokağa girdim çıktım, Hard Rock Cafe ve Vondelpark'a gittim ardından. Vondelpark'ta 1 saat kadar yatıp dinlendim. Kendimi uzun zamandır bu kadar özgür ve mutlu hissetmemiştim. Havada acayip güzel bir elektrik vardı, çevremdeki herkes Hollanda'nın Dünya kupasındaki zaferinden dolayı mutluydu.Yalnızdım, özgürdüm ve acayip mutluydum. Bütün kaygıları, sorumlulukları arkamda bıraktığımı hissediyordum ve sadece o anın tadını çıkarıyordum.


Akşam 7.30 gibi planım arkadaşımın kaldığı yurda dönüp, üstümü değiştirmek, bir şeyler yemek ve gece 11 gibi paradiso isimli club'a gitmekti. Ancak birbirimizi yanlış anlamış olacağız ki; ben eve dönmek için kendisine msj attığımda o çoktan çıkmıştı ve bende anahtar olmadığı için gece 12ye kadar oyalanmak ve sonra Paradiso'ya geçmek olarak planlarımı değiştirmek durumunda kaldım. Tabii bütün gün gezdiğim parmak arası sandaletlerimin bu kadar acıtacağı ve akşam yemeğini dışarda yemek planlarım arasında yoktu.



Madame Tussaud Museum

Dam Square'e gittim önce. Bir bira alıp yorgunluğumu atmak istiyordum. Orda tanıştığım bir İngiliz ve Hollandalı arkadaşları beni bira içmeye devam ettiler. Kabul edip onlarla 2 saat takıldım. Saat 10'u geçiyordu onlardan ayrıldığımda. Sonra beyaz bisikletli İngiliz prens beni bisikletiyle Leidseplein'e bıraktı. Leidseplein'de meydanda oturup bir bira daha içip 1 saat daha oyalanmayı planlıyordum. Orda tanıştığım Polonya'lı ile güzel bir muhabbetin ardından Paradiso'ya doğru yola koyulduğumda saat 01.00 e geliyordu. Son 15 euroyu yarın sabah Brüksel'e dönüş uçağım için gideceğimden ayırmak istiyordum. 25 euronun 10 eurosunu akşam yemeği ve içkiyle harcamıştım. Ayakkabı ayağımı yara yapmış ve 12 saattir dışarda kalmış olmaktan dolayı biraz canım da sıkılmıştı. Üstelik sadece girişi 12 euro olan cluba girip bir şey içmemek saçma olacaktı, içerde nasıl bir ortamın olduğunu da bilmiyordum. Aslında bütün nedenler sadece kendimi ikna etmek için ürettiğim gerekçelerdi. Asıl sorun paraydı. Yarın ekstra bir şey çıksa yanımda para olmayacaktı ve bu yüzden para harcamak çok mantıklı görünmüyordu. Bütün clubların önünden geçtim. Girişleri 15 eurodan-25 euroya kadar oldukça şık ve güzel clublar vardı. Bense sokakta barlardan birisine oturup son biramı içmeye karar verdim. Nedense garson paramı almak istemedi ve gecenin son ısmarlama birasını da içip yola koyulmuştum. Bundan sonrası gerçekten can sıkıcıydı.


Sabah 9 otobüsüyle Amsterdam'dan Brüksel'e gelmiştim. Saat 3'te uçağım vardı. Herşey normaldi, zamanında yetişmiştim. Check-in masasına gittim, pasaportumu verdim. İlk sürpriz el çantam dahil toplamda 4 çantam olmasına rağmen British Airways'in sadece 1 bavul kabul edebileceğini diğerlerini uçakta yanımda götürmem gerektiğini söylemesiyle oldu. Daha sonra İngiltere'ye transit vizemin olup olmadığını sordu. Sakindim, "hayır yok" dedim. Çünkü bileti almadan önce özellikle danıştığım seyahat acentesi vizenin gerekmediğini söylemişti ve şartlarda transit vize gerektiğine dair bir bilgi yoktu. Ucuz bilet bulduğum için ve her zaman biletimi aldığım acente böyle bir bilgi verdiği için çok sorgulamadım açıkçası. Ama bunu gerçekten pahalıya ödedim. Check-in masasında transit vizem olmadan uçamayacağımı söyleyince sinirden tırnaklarımı yemek üzereydim. Yanımda sadece 10 euro kalmıştı ve 1 gün daha bu çirkin şehirde kalmak seçenekler arasında değildi. Hemen müşteri hizmetlerine gittim ve biletimi iptal ettirip iade almak istediğimi söyledim. Biletin iadesi söz konusu değildi sadece vergileri alabilecektim o da devede kulak gibiydi. Yine de hiç yoktan iyiydi ve biletimi iptal ettirdim. Hemen Türk Hava Yollarının masasına koştum o gün için en uygun uçuşun fiyatını öğrenmek için ve o da 455 euro idi. Sinirlerim bozuldu çöktüm bir köşede ağlamaya başladım. 180 euro iptal olan bilet için ödememin yanısıra + 455 euro ayrıca ödemem gerekecekti. Elimde 4 adet çantayla üst kata aceleyle çıktım, yürüyen merdivelerde bavulumun bir tanesini düşürdüm, açıldı ve bütün eşyalarım içinden savruldu. O merdivende benimle birlikte giden bir Belçikalı ise duruma hiç aldırış etmeden yoluna devam etti. Çok sinirliydim, çok üzgündüm ve mütemadiyen ağlıyordum. Sinirim kendimeydi, normalde bu tarz konularda çok dikkatli olan ben nasıl böyle bir ihmale getirmiştim bu bilet işini?! Eşyalarımın etrafa saçılması da işin tuzu biberi oldu. Kimsenin umursamadığı gavur memleketinde havaalanındaki bir Türk eşyalarımı taşımam için yardım etti. Çoğu zaman Türk insanlarını eleştirsemde bu gibi durumlarda robot gibi davranamıyor olmamız gerçekten güzel.


Seyahat acentesinde bulduğum en uygun uçuş olimpic air'in Atina üzerinden aktarmalı uçuşuydu ve saatlerce havalanında sürünmemi gerektiriyodu. Tüm bu olanlardan sonra piskolojim bunu kaldıramazdı. Pegasus'un o gün uçuşu yoktu ve en iyi seçenek hala THY görünüyordu. Rezervasyon yaptırdım sadece ve annemin hesabıma 1000 tl göndermesini bekledim. Sonunda uçuş zamanı gelmişti ve bu iğrenç şehri terk edecektim. Hayatımda ilk defa yurtdışından dönüşü bu kadar çok istemiştim...